Maalesef bırakalım başka dinden ve ırktan insanları, aramıza katılmış Müslümanları bile yıldıran, adeta İslam`a girdiklerine pişman olma noktasına sürükleyen bir zihniyetle karşı karşıyayız.
Şu özür dileme hadisesini eğlenceli bir komedi tadında izliyorum günlerdir. Mesele tam da ‘delinin birinin kuyuya attığı taş’a dönüştü. Cumhurbaşkanı’ndan en izbe kahvehanelerdeki ‘profesyonel yorumcu’ vatandaşa kadar, herkes bir şekilde işin içine girdi.
Keşke Cumhurbaşkanı, “Bana Ermeni diyemezsin! Sapına kadar Türküm!” şeklinde anlaşılacak bir dava yerine, “İnsanlara hakaret etmek için ‘Ermeni’ demenin yanlışlığını vurgulamak amacıyla” dava açtığını özenle belirtseydi. Gerçi, kökenlerinde Yahudi ya da Ermeni kanı olan insanların hâlâ ‘olağan şüpheli’ ilan edildiği bu acayip memlekette, sesini ne kadar duyurabilirdi, bilemiyorum.
‘Sözüm ona aydın’ların açtığı imza kampanyasına hak etmediği bir kıymetin verilmesinin garabeti bir yana, aslında Ermenilerin de, bildirinin altına imza atan bazı çapsız ve ne işe yaradığı belirsiz tipleri görünce, bir karşı imza kampanyası açması yerinde olur. Keşke böyle matrak Ermeni vatandaşlar çıksa da, “Teşekkür ederiz, kalsın” dese.
‘Cennet vatanımız’ı oluşturan her bir grup ve fraksiyon, kendi ‘sütü’ne uygun tepkiler vere dursun, bu tarz ırka dayalı tartışmalarda, kendilerini ‘İslâmî’ tonlarda tanımlayan insanların gösterdiği reaksiyonlar beni her zaman çok şaşırtır. En ümmetçi görünenleri bile birden bire şahinleşir ve masadaki bir başka kartı şak diye ortaya sürer. Normalde ‘ümmet’ edebiyatlarını dilinden hiç düşürmeyenler, bir de bakmışsınız, bıyıklarını aşağı doğru uzatıvermiş!
Abdullah b. Selâmları çoktan unutmuş görünen birçokları da, soyunun bir yerinde ezkaza ‘yabancı unsur’ olanları öyle fena şüphelere boğarlar ki, doğrusu dışarıdan bakan insan, adına İslâm denilen ve teorik olarak selâmete ulaştırması beklenen bir dinin, kimler tarafından temsil edildiğini görüp, istikbale dair derin hüzünlere gark olur.
Geçenlerde, ismi lâzım olmayan bir ‘İslâmî’ dergide, Muhammed Esed hakkında öyle çirkin bir ‘değerlendirmeme’ yazısı vardı ki, yakından tanıdığım o satırların yazarının, nasıl bir Allah’a inandığı konusunda içimde şüpheler oluştu.
Şöyle şeylerdi okuduklarım:
“Şimdi Esed’in biyografisine bir bakalım: Durmadan geziyor! Yaşı kaç? 20’ler. Peki, parayı nerden buluyor? Sonra neden durmadan geziyor? Kudüs’te, Şam’da, Mekke’de ne işi var? Araplarla ne görüşmüş olabilir? Bütün bunlar size de şüphe vermiyor mu?”
Bana şüphe vermiyor açıkçası. Gezmek için çoğu defa para bile gerekmediğini yakinen bilen biri olarak, hiç hem de! Ama hayatında, sadece beli bükülmüş yaşlarında gidebildiği Hicaz dışında herhangi bir seyahat yapmamış, dünyayı kendi yaşadığı kasabadan ibaret zanneden, İslâm’ı da kendi yarım-yamalak bildiği şeyler kadar tahayyül eden bu kadük anlayış, bana fena halde esef veriyor.
Yazar(!), yazısının sonunda, ‘Muhammed Esed’in mealindeki çarpıklıkları’ da gelecek sayıda dile getireceğini söylemiş.
Avrupa’nın en köklü Yahudi ailelerinden gelen bir adamdan bahsediyoruz. Anadili olan Almanca dışında, İbranice, Aramice ve İngilizceyi de akıcı biçimde kullanabilen birinden söz ediyoruz. Birçok maceraların ardından, alnının teriyle Müslüman olmuş bir Yahudi, hem de Siyonist lider Chaim Weizmann’la tartışarak Yahudilikten kopmuş biri, elbette mahalle mekteplerinde öğretilen klâsik yorumlardan farklı şekilde anlayacak İslâm’ı ve Kur’ân’ı. Kendince deliller getirerek ve bazı Arap dil otoritelerinin sıra dışı açıklamalarıyla ikna olarak, bazı kavramları alıştığımızın dışında açıkladıysa, bu illa da ‘sapkınlık’ mıdır?
Maalesef, bırakalım başka dinden ve ırktan insanları, aramıza katılmış Müslümanları bile yıldıran, adeta İslâm’a girdiklerine pişman olma noktasına sürükleyen bir zihniyetle karşı karşıyayız.
Maalesef bırakalım başka dinden ve ırktan insanları, aramıza katılmış Müslümanları bile yıldıran, adeta İslam’a girdiklerine pişman olma noktasına sürükleyen bir zihniyetle karşı karşıyayız.
Bu zihniyet, bir eleştiri getireceği zaman, somut yanlışlardan ya da gerçekten eleştirilebilecek noktalardan yola çıkmaz. Söze başlarken, “Zaten o da Yahudi, Ermeni, Rum vb. kökenli” der ve daha ilk dakikada faul yapar…
Çok da kurnazdır: Daha bin yıl önce Anadolu topraklarında Türk ve Müslüman’ın esamisi okunmazken, sonradan gelenin kendisi olduğunu unutarak, her türlü yabancıya karşı iflah olmaz bir alerji duyan sıradan halkı da başarıyla gıdıklar böylece.
Ermenilerle ilgili son özür dileme kampanyası gelip-geçicidir. Ama içimizdeki bir takım ölmez dürtüleri yeniden gün ışığına çıkardığı için de kalıcı sonuçları olmuştur. Bu sebeple, “Ama onlar da Türkleri öldürdü!” demek, meseleyi en hafif tabirle, ucuza kapatmak olur.
Bence, özellikle de ‘İslâmî camia’nın, yabancılara karşı neden bu kadar nefret dolu olduğunun, “Veli muamelesi yapıp keramet vehmetmek”le “Ajan suçlamasıyla yerin dibine batırmak” arasında neden bir türlü karar tutturamadığının da sorgulanması gerekiyor. Dileyelim ki, söz konusu kampanya, buna vesile olsun...